İstanbul, bir dünya şehri, denizlerin içindeki şehir, ülkemizin en güzel şehri, günümüzde yaşamanın, barınmanın en çok zor olduğu şehir, sanatın merkezi, efsane bir tarih şehri, ekonominin ve finans dünyasının merkezi. Üniversiteler şehri. Ülkemiz insanlarının büyük bir çoğunluğunun her gün ilgilendiği bir şehir. Neden acaba ? insanlarımızın her birinin mutlaka İstanbul’da bir akrabası, tanıdığı vardır. Benimde öyle ,kızım hayatını bu büyük kentte sürdürüyor. Özlem gidermek üzere yolumuz İstanbul’ a düşmüştü. Yolculuğu kitap okuyarak kısaltmaya çalışıyorum.

Otobüste yolcularla ilgilenen yardımcı epeyce bir zaman sonunda ‘’Abi ne kadar güzel yola çıktığımızdan beri okuyorsunuz kızımın da kitaplara ilgisi iyidir . Edebiyat Fakültesini bitirdi. Şimdi yüksek lisansa hazırlanıyor. ‘’ demişti. Yakın bir şehrimizde oturan yardımcımız ‘’Geçtiğimiz günlerde Salihli ‘ye Ahmet Ümit gelecekmiş beni mutlaka götürmelisin demişti. Kalabalık salonda yer bulamadık ama ayakta dinledik yazarı. Kızım çok beğenmişti. Sizin okuduğunuz kitabın adı neydi? Kızıma söyleyeyim alsın.’’ Kurmaca Kişiler Kenti’’ dedim. ‘’Konusu ne acaba ?’’ anlatayım.

Kitabın yazarı Emin Özdemir şimdiye kadar yayınlanmış romanların baş kahramanlarını hayal ettiği ve kendisinin kurduğu bir kente yerleştiriyor. Bu kentte kurmaca kişiler yaşayacaktı. Hayat hikayelerini onların ağzından dinleyerek bir gün birine bir gün diğerinin evine gidecekti. Kentteki evler birbirine çok benziyordu. Küçük sokaklarında ağaçların dışında çeşmeler ve mermerler üzerine yazılmış şiirler ve kısa hikayeler vardı. Kimler yaşıyordu bu şehirde Cervantes’in Don Kişotu, Dostoyeviski ‘nin Raskolnikovu, Tanpınar’ın Mumtaz’ı Yusuf Atılganın Zebercet’i. Yaşar Kemal’in İnce Memed’i. Tolstoy’un Anna Karenina’sı, Flaubert’n Madam Bavori’si ve daha niceleri.

Burası Emma Bavori’nin evi olmalıydı dış duvarda sıkıntılı bir oda içinde saçı başı dağınık bir kadın. Yanında yüzü acıdan çarpılmış erkek. Emma ‘ın arsenik içerek yattığı yatağı. Kapı birden açıldı. Ölüm yolculuğundaki kadın karşımdaydı. Güvercin grisi gözleriyle bakıyordu. Evliliğinden bu yana geçen zamandaki mutsuzluğunu gözlerinin derinliğinde gizlemeye çalışıyordu. O aşkı insanı dilsizleştiren bir güç olarak görüyordu. Mutsuz bir evlilik yaşadığını düşünüyordu. Evliliklerini susuz kalmış çorak ve sevginin sızmadığı kuru bir toprak olarak görüyordu. Yaşadığı her dönemde aşkı arama ve yaşama peşinde koşmuştu, Sevgilileri vefalı değillerdi. Kocasının kendini sevip sevmediğini sormamıştı hiçbir zaman. Ancak bunu içtiği arseniğin neden olduğu yürek atışlarını yavaşlatmaya başlaması sırasında anlamıştı. Ne var ki iş işten geçmişti. Kocası O’nu gerçekten seviyordu.

İnsanı insan yapan sevgisidir, alışılmışı yenme duygusudur. Sıra dışı davranışlarıdır. Kendi olma bilincidir. Çaresizlik içinde bile yaşama tutunmaktır. İşlediği suçun altında ezilmektir ya da üstesinden gelmektir. Vicdan hesaplaşmasıdır.

Sokağın ilerisinde Anna Karanina’nın olmasını düşünürken , evin dış duvarında şaşırtıcı bir renk, sarsıcı bir görüntü düzeni vardı. İnsan ve hayvan figürleri iç içeydi. Kapısı açıktı geleceğini biliyordu. Karşısında omuzları açık leylak rengi elbisesi çok yakışan güzel bir kadın. Yüzü söylenenlerden daha güzeldi. Anne ve babasını küçük yaşta kaybeden Anna küçüklüğünden beri halasının yanında yaşıyordu. Halası yaşadığı kentin üst düzey insanlarıyla dost ve arkadaş olmayı başarıyordu. Halasının evindeki bir davet sırasında şehrin valisiyle tanışmıştı. Böylece hayatının kaderini yaşamaya başladı. Anna’dan yirmi yaş büyük olan valiyle evlendirildi. Zamanla bir erkek çocukları olmuştu. Hayatlarında bir sorun yokmuş gibiydi. Nereye kadar ? Moskova tren istasyonunda karşılaştığı bir askerin aklını başından almasına kadar. On yıl beraber yaşadılar ve bir kız çocukları olmuştu. Ama geride kalan her şeyini kaybetmişti. Nihayet birlikteliği bitmişti. Başka yeni bir aşk onu çok yormaya başlamıştı. Karamsarlığı ve çaresizliği O nu yine tren istasyonuna getirmişti. Yıllarca rayları taşıyan travers kötü bir şeylerin olacağını sezmişti. Yaşlı travers benzer olaylarla karşılaşmıştı. ‘’Dur, yapma ‘’diyememişti. Anna kendini ikinci vagonun altına atmıştı. Demir tekerlekler bile inanılmaz güzel yüzüne kıyamamıştı. Gövdesi parçalanmıştı. Bu kahramanı yaratan yazar hikayeyi insanlara ders vermek için yazmamıştı. İnsanlara neyin yanlış neyin doğru olduğunu değil. Bir ahlak öğretmenliği yapmak amacıyla değil. İnsanı anlamak ve anlatmak için yazmıştı. İnsanı kuşatan toplumsal yaşamdaki çelişkileri yansıtmaktı asıl amacı. İnsan yüreği her türlü duyguyu barındırır içinde. Nefret de vardır sevgi de.

Romanlardaki kahramanlar kurmaca olsalar da, gerçek olsalar da bu dünyadan göçüp gitmişlerdi. Aşklarda öyle. Ne var ki kitaplar hayatlarını sürdürmekteydiler.