Nasıl bir dünya da ,nasıl bir ülkede yaşıyoruz? Hayatlarımıza anlam katabiliyor muyuz? Mutlu muyuz Amaçlarımıza ulaşmaya yakın mıyız.? Yoksa her şeyden vazgeçip, kendimizle baş başa mıyız kendimizle geçirdiğimiz sessiz bir dünyalarda mıyız? Ancak biraz umutsuz, biraz hayal kırıkları içinde olduğumuzu düşünüyorum. Savaş ve gaddarlıklar çağındayız galiba. İnsanın ve insanlığın en değersiz olduğu zamanlarını yaşıyoruz.
Şükrü Erbaş şöyle anlatıyor günümüzü. ‘’ Şimdi dünya herkesten yapılmış bir gönül yorgunluğu. Şimdi dünya soğuk. İnsan büyüdükçe bir bir ayrılıyormuş sevdiklerinden. İnsan güzelliklerden önce korkuyu görüyor. Şimdi dünya eşiklerinde bir salkım göz yaşı. Kimse odalara sığmıyor. Yollar bir yalnızlık ıslığı.’’
İnce hayatlar içinde bir çok mesleğini sürdüren insanlarımızdan terzilerin sabırla bir giysiyi ortaya çıkarmaları takdirle karşılanır. Bu meslek hiç hata götürmez. Terzi iğnesiyle günlerce emek vererek eserini yaratır. Herkesi giydirir, çocukları sevindirir. Ne var ki kendi söküğünü dikemez. En ustası bile başaramaz. İnce bir hayattır aslında kendi söküğünü dikememek. Kendisi dışında başkalarını mutlu etmek için uğraşan meslekler var mı acaba. Yazarlar olabilir mi.? Romanlar, şiirler, hikayeler yazanlar. Kırılan kalpleri, yırtılan gönülleri, parçalanmış duyguları terziler gibi dikerler. Hatta Orhan Veli işi ileriye götürmüştü. ‘’Deniz yırtılır kimi zaman. Bilmezsiniz kim diker. Ben dikerim’ demişti. Laleler dalından koparıldıktan sonra üç santim kadar uzarlarmış. Dalından koparıldığı için acı içindedir. Öyleyken bile zariftir. İçi ne kadar acısa da ince hayata karşı iyimser ve umutludur.
Bu satırlardan sonra sözü Gabriel Garcia Marquez’e bırakcağım. Nobel edebiyat ödülünü de kazanan Marquez Kolombiya’da doğdu. Yüzyıllık Yalnızlık ve Kırmızı Pazartesi adlı eserleri ile tanınmıştı. Kanser olduğunu öğrenince insanlığa ve bu dünyaya veda eden bir mektup bırakmıştı. İnce hayatlarımıza anlam ve değer katmak amacıyla bu dünya dan elini eteğini çekmişti. Sevdiklerinden, arkadaşlarından ve dostlarından uzaklaşmıştı. Geride kalanlara şöyle yazmış veda mektubunu.
‘’Eşyaların anlamına önem verirdim. Az uyur çok rüya görürdüm. Gözümü yumduğum her saniyede ışığı kaybettiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vaz geçerse yaşlanır. Başkaları durduğunda yürümeye çalışırdım. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinlerdim. Çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer tanrı bana birazcık can verirse basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil ruhumu da tamamen açardım gök yüzündeki Ay’a yıldızlar boyunca resimler çizer, şiirler okur ve şarkılar söylerdim.
Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı., karşılaştığım tüm insanlara sevdiğimi söylerdim. Tüm kadın ve erkekleri çok sevdiğimi, insan oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere yaşlandıklarında aşkı bırakmalarının yanlış olduğunu söylerdim. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır.
Çocuklara kanat verirdim. Uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine imkantanırdım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanmayla değil unutmayla geldiğini söylerdim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya koyup kilitledim. Mutsuz bir şekilde. Artık öle bilir miyim.’’
Düşünün ki bu dünyada istediğimiz her şeyi elde ettik. Nihayet bir gün bırakıp gideceğiz, giderken neleri götürebiliriz ? Ancak insanların gönlünde yer bulduysak, onlara sevgi bıraktıysak, yaptığımız iyiliklerle hayatına dokunduysak, bu nedenle dualar aldıysak, dostlarımız bütün zamanlarda bizi unutamıyorsa o zaman bu dünyada sadece sevgi biriktirelim…