Bir zamanlar sokakların dili vardı…

İnsanlar birbirine gülümsediğinde, sokaklar bile ferahlardı.

Şimdi yüzlere bakıyorum; her biri ayrı bir fırtına, ayrı bir ağırlık taşıyor.

Sanki hepimiz, görünmez bir yükü omuzlarımızda taşımaya mecbur bırakılmış gibiyiz.

Ve ne acıdır…

Gülümsemeyi unuttuk.

Oysa bir gülüş, insanın kalbine düşen küçük bir güneştir.

Isıtır, aydınlatır, umutlandırır.

Ama biz onu saklıyoruz…

Kırılmaktan korkan bir çocuğun oyuncağını saklaması gibi.

Bir tebessümden bile kaçıyoruz; sanki birine gülümsemek, zayıf görünmenin ilk adımıymış gibi.

Sabahları işe yetişmeye çalışan herkese bakıyorum.

Gözlerde telaş, yüzde yorgunluk, omuzlarda görünmez bir “yetişememe” duygusu.

Kimse kimseye bakmıyor; bakarsa içini görür diye korkuyor belki de.

Oysa bir “günaydın”, bir gülüş, bir omuz dokunuşu…

Hayatın bütün yükünü hafifletecek kadar güçlüdür.

Toplum gittikçe sertleşiyor.

Küçük tartışmalar büyük kavgalara dönüşüyor;

trafik artık sabırsızlığın arenası,

market sıraları öfkenin aynası olmuş.

Sanki herkes içindeki fırtınayı bastırmak için yüzünü daha çok asıyor.

Ama kimse sormuyor:

Bu kadar öfkenin ortasında bir kişinin gülümsemesi bile neden bu kadar mucizevi?

Bir çocuğun gülüşünü düşünün…

Ne hesap var içinde, ne korku, ne de saklanmış kalp.

Bizim içimizden o çalındı belki; büyüdükçe yüklerimiz, maskelerimiz arttı.

Ama içimizde hâlâ gülümseyen o küçük çocuk duruyor.

Sadece uyuyor.

Uyandırılmayı bekliyor.

Belki de bugün kendimize küçük bir söz vermeliyiz:

Bir kişiye… sadece bir kişiye gülümsemek.

Çünkü bazen bir yüzün ışığı, karanlık bir şehrin kaderini değiştirir.

Ve biz ne kadar unutmuş olursak olalım…

Gülümsemek hâlâ en büyük cesaret,

en sessiz iyileşme,

en insanca bağdır.

Hatırlamak için büyük mucizeler gerekmez.

Bazen sadece bir tebessüm, bütün toplumu ayağa kaldıracak ilk adımdır.