Yıldırım “Mondros Mütarekesi ile 30 Ekim 1918’de fiili ömrünü tamamlayan Osmanlı İmparatorluğu enkazı üzerinde, Mustafa Kemal Paşa ve Kuvayı Milliye kahramanlarının; 600 yıl boyunca cahil bırakılmış, 400 yıl boyunca "etrak-ı bi idrak" denilerek aşağılanmış, 300 yıl boyunca yenilgi savaşlarıyla kırılmış, yoksullaştırılmış ve nihayet 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması ile esaret ve zillete mahkum edilmiş Türk Ulusu' nu ayağa kaldırıp azim ve kararını harekete geçirerek yoktan var ettikleri dünyanın en haklı, en ahlaklı, en namuslu devletidir Türkiye Cumhuriyeti.” Dedi.
Yıldırım, sözlerine şöyle devam etti.
“30 Ekim 1923 sabahı bir mektup aldı İsmet Paşa. Mektupta Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa kendisini başbakan aramayı düşündüğünü bildiriyor ve memleketin hal-i pür-melalini anlatıyordu. Hepsi İstanbul'da sadece 4 fabrika kalmıştı Osmanlı'dan; Feshane Yün, Bakırköy Bez, Beykoz Deri ve Hereke İpek. Hepsi buydu. Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus' da vardı, o da 'var' denebilirse. Zira koca memleketin toplam elektrik üretimi ancak 50 kilovatsaat kadardı. 40 bin köy vardı, 37 bininde okul yoktu. Erkeklerin sadece yüzde 7'si, kadınlarınsa ancak binde 4'ü okuyup yazabiliyordu. Kadın insandan da, nüfustan da sayılmıyor, kız çocuğa evlat değil, başlık parası karşılığı satılacak mal gözüyle bakılıyordu. Nazım'ın dediği gibi, kadın "soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen" di sahiden. Ne seçme seçilme hakkı vardı ne boşanma, ne velayet, ne malları üzerinde tasarruf, ne çalışma, ne de tek başına seyahat hakkı... "Y" kromozomunun yalnız erkekte (XY) bulunduğu, kadında (XX) sadece X kromozomu olduğu, bu nedenle doğacak çocuğun cinsiyetini erkekten gelen kromozomun belirlediği (Y gelirse erkek, X gelirse kız) bilinmediğinden erkek çocuğu olmayan kadın ya kapının önüne konuyor ya da üzerine kuma getiriliyordu. 12 milyon nüfusun yarısı salgın hastalıkların pençesinde inler, sıtma, frengi, trahom, verem, tifo, kolera, tifüs kol gezerken ne aşı vardı elde ne ilaç. Bebek ölüm oranı binde 400'ün üzerindeydi. Doğan her iki bebekten biri 1 yaşına gelmeden ölüyordu. Ortalama yaşam süresi 40 yıldı. Büyük çoğunluğu İstanbul ve İzmir'de olmak üzere sadece 337 doktor, 60 eczacı, 4 hemşire, 136 da ebe vardı. Diş hekimi ise hiç yoktu, o işi berberler ve nalbantlar yapıyordu. Tarımsal üretim felçti. Ne traktör vardı ne biçerdöver, ne gübre, ne tarım ilacı. Şeker üretilemiyor, ayçiçeği bilinmiyor, ekmeklik un bile ithal ediliyordu. Yurdun her yeri yıllar süren savaşlar, işgaller, isyanlar nedeniyle yangın yeri gibiydi. 40 bin köyün 30 bininde cami yoktu. 115 bin bina tamamen yıkılmıştı. 12 bin bina ağır hasarlıydı. Binden fazla köy kül olmuştu. Derhal imar etmek gerekiyordu, ama kişi başına ulusal gelir sadece 45 dolar, ödenmesi gereken Osmanlı'dan kalmış Düyun-u Umumiye borcunun bugünkü karşılığı da 470 milyar dolardı. Sermaye de yoktu, teknik eleman da araç gereç de deneyimli iş gücü de... Dört mevsim kullanılabilen karayolu yoktu. Demiryollarının, limanların, madenlerin tamamı yabancıların eşindeydi. Tuzumuz bile bizim değildi. 12 milyon insan farklı zamanlarda, farklı mevsimlerde, farklı saatlerde yaşıyordu. Kimi alaturka, kimi mevali, kimi gurubi, kimi ezani saat, kimi hicri, kimi rumi takvim kullanıyordu. Dirhem, okka, çeki ile alışveriş yapılıyor, arşın, kulaç, fersah ile ölçülüyordu. Ne gramdan, tondan haberi vardı toplumun, ne metreden, kilometreden... Sanatla da hiç aramız yoktu. Müze nedir, bilmiyorduk. Arkeolojinin adını bile duymadığımızdan tarihi eserlerimiz talan edilmişti. Sadece 4 bin 894 ilkokul, 172 ortaokul, 23 lise vardı ve liselerde okuyan toplam kız öğrenci sayısı 230'du. İstanbul'daki Darülfünun ‘un ise, bilimsel eğitimle uzak yakın hiçbir ilgisi yoktu. Ülkemizin toplam öğrenci sayısı nüfusumuzun ancak %3'ü kadar, 360 bin civarındaydı.”





