Penceredeki Göz

Abone Ol

Bir zamanlar sofralar kuran, çocuk büyüten, bir evi sırtında taşıyan eller… Bugün o eller, bir huzurevinin sessizliğinde, pencere kenarında bekliyor. Ne mi bekliyorlar? Bir telefon, bir ziyaret, belki de sadece bir “Nasılsın anne?” sesi…

Yaşlılık, bedenin yavaşladığı, ama anıların çığlık çığlığa içimizde yankılandığı bir dönem. Birçok kişi içinse, bu dönem bir “Huzur evinde” geçiyor. Adı ne kadar şiirsel olsa da, ardında duran gerçek ne yazık ki o kadar da şiir gibi değil.

Aile, bir zamanlar kutsal bir çatıydı. Üç kuşak aynı evde yaşar, dedenin sesiyle torun uyanırdı sabaha. Şimdi modern hayat, duvarlar ördü gönüller arasına. Çocuklar şehirlerde, ebeveynler köylerde ya da bir huzurevinde. Ziyaretler resmi tatillere sıkıştı. Bazı yaşlılar, artık kendi çocuklarının adını unuturken, bazı çocuklar da anne babalarının doğum gününü bile hatırlamıyor.

Bu yazıyı yazarken Huzur evinde kalan bir teyzenin cümlesi kulaklarımda çınlıyor: “Bize bakan hemşirelerin gözlerinde annelik yok, evlatlık yok. Merhamet var ama aidiyet yok.” Aidiyet… Belki de mesele tam olarak bu. Yaşlılarımızı “evimizin ihtiyarı” değil de, “bakıma muhtaç birey” olarak görmeye başladığımız an koptuk birbirimizden.

Oysa yaşlılarımız geçmişin canlı tanıklarıdır. Onlar, anılarımızın deposu, kültürümüzün taşyıcısıdır. Ve en çok da, biz evlatlarına ihtiyaç duyarlar. Hızır evlerinde fiziksel ihtiyaçlar karşılanabilir belki ama ruh, sadece sevgiyle iyileşir.

Şimdi bir düşünme zamanı… Bugün biz onları bırakıyoruz. Yarın biz aynı yolda yürürken kim yanımızda olacak? Hangi kapı bize açılacak?

Belki de en büyük miras, yaşlılarımıza gösterdiğimiz sevgidir. Çünkü insan, ancak unutulmadığında yaşar. Hadi, bu akşam annenizi, babanızı ya da uzun süredir aramadığınız yaşlı bir akrabanızı arayın. Bırakın, sesinizle bir Huzur evi biraz ısınsın.