Misafirlik, yalnızca bir kapının açılması değil, aynı zamanda bir gönlün ardına kadar aralanmasıdır. Binlerce yıllık kültürümüzün en kadim erdemlerinden biridir misafire ikramda bulunmak, onu baş tacı etmek. Evimizde bir yabancı değil, Allah’ın bir lütfu ağırlanır. Bu düşünceyle Anadolu’nun her köşesinde “Tanrı misafiri” denir gelen kişiye.
Mevlânâ der ki: “Misafir, nasibinle gelir; sen onu iyi ağırlar, gönlünü hoş tutarsan nasibin artar.” Misafiri sadece doyurmak değil, onu anlamak, onunla kalpten bir bağ kurmaktır önemli olan. Bir tas çorba, bir dilim ekmek; yeter ki içinde sevgi, hürmet ve gönül sıcaklığı olsun.
Evliya Çelebi, seyahatnamesinde Anadolu insanının misafire olan düşkünlüğünü anlatırken “Bir gece kalacak yolcuya evini vermeyen köy bulmadım” der. Bu misafirperverlik, yalnızca bir âdet değil, bir ahlâk ölçüsüdür. Batı filozoflarından Immanuel Kant bile bu erdeme hayran kalmış ve “Misafire gösterilen saygı, insanın insan olma değerini yansıtır” demiştir.
Ne yazık ki modern hayatın hızında, bu kadim değerler zaman zaman gölgeleniyor. Oysa kapımızı çalan her dost, her yabancı, bize insan kalabilmeyi hatırlatır. Soframızın bereketi, yalnızca yediğimizle değil; paylaştığımızla çoğalır.
Bugün, geçmişten gelen bu güçlü mirası yeniden hatırlama vaktidir. Çünkü misafirperverlik, sadece bir gelenek değil; aynı zamanda insan olmanın en güzel yansımalarından biridir.